
Kendi oluşturduğu şahane hayal dünyasının öykülerini ekranlara taşımayı seven ünlü yönetmen Wes Anderson, Büyük Budapeşte Oteli'yle tarzını bir kez daha ortaya koyuyor. Daha önce Moonrise Kingdom filmiyle kalitesini kanıtlamayı başarmıştı. Görsel plana çok önem veren Anderson filmi bir görsel şölen havasında çekmiş belli ki. Zaten Oscar Ödülleri'nde de En İyi Kostüm ve En İyi Saç ve Makyaj Ödülleri'ni alarak bu konuda ne kadar başarılı olduğunu görüyoruz. Yönetmen filmdeki her kare için ayrı bir çaba sarfetmiş. Öyle ki filmin her karesi görsel manada dolu ve her kare ayrı bir hikaye anlatıyor. Filmin başında ihtişamlı bir otel görüyoruz. Dağın tepesinde gözleri kamaştıran mükemmel bir otel. Her ne kadar hikaye tamamen hayal ürünü olan Doğu Avrupa'da bulunduğu söylenen Zubrowka şehrinde geçse de tarihsel süreç tamamen gerçek. 1985 yılında bir yazarın hikayesini anlatmasıyla film başlıyor. Filmin bir kısmı II.Dünya Savaşı'na giden dönemi anlatıyor. Sonraları oteli tekrar gördüğümüzde II.Dünya Savaşı'nın bıraktığı etkileri otelde de görebiliyoruz. Köhneleşmiş, eski ihtişamını kaybetmiş bir otel duruyor karşımızda.
Filmin ana temasını oluşturan olaylar 1932 yılında şekilleniyor. Otelin kosinyerji Gustave H., tatlı diliyle müşterileri kendine bağlar ve onların oteldeki en saygı duydukları kişi haline gelir. Kendisi mutlu olurken müşterileri de mutlu etmeyi başarıyor. Oteldeki her olaydan haberi vardır. Otelle neredeyse bütünleşmiş olan Gustave H. yaptığı işi zevkle yapıyordur. Otelin şimdiki sahibi olan Zero ise o dönemde belboyluk yapmaktadır. Film Gustave H. ile Zero arasında geçen tatlı çekişmeleriyle başlayıp otelin hatırı sayılır müşterilerinden Madam D.'nin ölümüyle aksiyon dolu bir hikayeye başlıyor.Madam D.'nin çok sevdiği 'Elmalı Çocuğu' tablosunu da Gustave H.'ye bırakmasıyla film her saniye farklı bir sürprizle karşılaşacağımız polisiye bir hale bürünür.

Film Gustave H. ile belboy Zero'nun absürt bir o kadarda eğlenceli maceralarıyla ilerlerken arka planda da ilerde Avrupa'nın büyük belası haline gelecek olan Hitler Almanyası'nın etkilerini görebiliyoruz. Hayal gücünü gerçek olaylarla sınırlandırmak istemeyen yönetmen Anderson, gerçek yaşanmış bir tarihte tamamen hayal ürünü olan bir şehirde yine tamamen hayal ürünü olan olaylara şahit oluyoruz. Bu sırada tarihsel süreç de geri planda ilerlemeye devam ediyor.
Oyuncu kadrosu ise belkide bir daha hiçbir zaman bir arada göremeyeceğimiz ünlü bir o kadar da kaliteli oyunculardan oluşuyor. Filmin en kısa rolünden en uzun rolüne kadar hapsi hayranlıkla izlediğimiz yeteneklerle karşılaşıyoruz. Öyle ki Bill Murray bile filmde kendine sadece bir kaç dakikalık rol bulabilmiş. Başrol kahramanı Gustave H.yi, oyunculğunu zaten bildiğimiz son zamanlarda da yönetmenliğe soyunan Ralph Fiennes oynuyor. Onun dışında Edward Norton'u subay rolünde, Willem Dafeo'yu değişik bir mafya rolünde, Adrien Brody'yi Dimitri karakterinde,Saoirse Ronan'ı Agatha olarak, Jude Law'ı yazar olarak, Murray Abraham'ı da Zero'nun yaşlılık hali olarak izliyoruz. Seyretmesi birbirinden keyifli bu oyuncuları bir arada izleyebilmek seyir zevkini de bir hayli artırıyor.
Filmin sonunda Anderson'un Hugo Guinnes ile yazdığı bu hikayeyi Stefan Zweig'den etkilendiğini öğreniyoruz. Stefan Zweig yahudi asıllı bir yazardır. Hitler'in katliamları dolayısıyla ülkesi Avusturya'dan ayrılmak zorunda kalır. Filmde ki belboy Zero karakteri de bir göçmendir. Nazi Almanyası'nın saldırılarından kaçıp bu otelde renkli bir dünya ile karşılaşır. Filmi bu plandan izlediğimizde hikaye daha da anlam kazanıyor.