
II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa, o zamana kadar görüp görebileceği en kanlı katliamlara şahit oldu. Hitler önderliğindeki Nazi Almanyası'nın özellikle yahudilere karşı uyguladığı bu insanlık dışı suçlar, savaş bittikten sonra bir süre örtbas edilmeye çalışıldı. Nazilerin toplama kamplarında özellikle Auswitch'te gerçekleştirdiği işkenceler kan dondurucu nitelikteydi. Üstelik bu suçları işleyenler halkın içinden insanlardı. Diğer insanlar gibi gündelik işleri olan, aileleri olan gayet normal insanlardı. Ama bir şekilde bu vahşete ortak olmuşlardı ve cezalarını çekmeleri gerekiyordu. Filmimiz de konuyu tam da bu noktada ele alıyor. II. Dünya Savaşı'nın on üç yıl sonrasına, 1958 yılına uzanıyoruz.
1958 yılında Joham Rodmann, daha genç bir savcıdır. Auswitch kampında büyük işkenceler gören bir yahudinin, ona bu işkenceleri yapan komutanlardan birisi olan Charles Schulz'un bir okulda öğretmenlik yaptığını öğrenir ve yargılanması gerektiğini düşünerek gazeteci Gnielka ile beraber Joham Rodmann'ın bulunduğu büroya gelir. Kimsenin ilgilenmek istemediği bu dava, genç savcı Joham Rodmann'ın ilgisini çeker ve hayatını değiştirecek bir davayı alır. Başlarda sadece bu öğretmen için açılan dava daha sonra Rodmann'ın da çabalarıyla yargılanması gereken ama dışarıda dolaşan tüm nazileri kapsamaya başlar. Ama devlet kademesindeki çoğu yetkilinin bu durumu göz ardı ettiklerini görür. Yani Rodamann, sadece nazilere karşı değil, bu durumu gizlemeye çalışan devlet yetkililerine karşı da mücadele verir. Bir yere kadar başarılı ilerleyen Rodmann, acemiliğinin ve hırsının yenilgisine uğrar ve dava aksamaya başlar. Ama genç ve azimli bir savcı olan Rodmann bu işin peşinden sonuna kadar gidecektir.

Almanya'nın II.Dünya Savaşı konulu bir çok filmine rastlayabiliyoruz. Bu savaşın öncesini, savaş sırasını, savaştan sonrasını konu alan filmler Almanya'nın kendini temize çıkarma çabası olarak görüyorum.Bu filmler bünyesinde o dönemde ki Nazi Almanyası'nın şuan ki Almanya'dan bağımsız düşünülmesi gerektiği vurgulanmaya çalışılıyor. Almanya, II.Dünya Savaşı'nın ardından hala daha potansiyel tehlike olarak görülürken bu politikalar sayesinde günümüzde bu algı tamamen yıkılmış durumda. Buna rağmen bu geleneğinden vazgeçmeyen Alman sineması müthiş bir kaynak olan o dönemin tüm yaşananlarını bütün boyutlarıyla ele almaya devam edecek.
İtalyan bir aktör olan Giulio Ricciarelli, bu filmde ilk kez yönetmenlik deneyimi yaşıyor. Gerçek bir hikayeye dayanan bu filmi Ricciarelli'nin ilk tecrübesi olarak düşünürsek bence gayet başarılı. Filme çok fazla özgün bir kimlik kazandıramasa da kullandığı sade anlatımla hikayeyi kaliteli bir şekilde beyazperdeye aktarmayı başarıyor. Öyle ki 2016 Oscar Ödülleri'e Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday olmayı başarıyor. Alexandre Fehling, Andre Szymanski, Friederike Becht oyunculuk anlamında büyük bir farklılık ortaya koyamasalar da, yine de ortalama bir performanstan daha iyisini sergilediklerini düşünüyorum. Fazlasının zaten gerek olmadığı bu hikayede, sade oyunculuklarıyla gayet başarılı bir iş çıkarmışlar.