Sinemaya dair

Reklam

Reklam

Brooklyn (2015)

        Brooklyn, Amerika'da düzenlenen Sundance Film  Festivali'nde ödül alamasa da bu festivalin en popüler filmlerinden bir...
DEVAMI

İnside Out - Ters Yüz

        Hayatımız boyunca yaşadığımız olayların karşısında verdiğimiz tepkilerin birçok nedeni var. Aslında baskın olan duygumuz bizi bu ...
DEVAMI

The Martian - Marslı

        Filmden bahsetmeden önce uyarlandığı kitap hakkında birkaç kelam etmek istiyorum. Kitabın yazarı Andy Weir Marslı'yı, açtığı ...
DEVAMI

Réalité - Gerçeklik

        Zekice hazırlanmış bir kurgu bir o kadar da anlaşılması zor bir film. Filmin konusundan bahsetmek isterdim ama bu benim için bira...
DEVAMI

Körlük - Blind

      Senarist olarak bildiğimiz Eskil Vogt, ilk defa uzun metraj bir filmin yönetmeni olarak karşımızda. Görme yetisini sonradan kaybetm...
DEVAMI

22. Sinema Oyuncuları Birliği Ödülleri




       1995'ten beri Amerika'da her sene Oscar Ödülleri'nden önce Sinema Oyuncuları Birliği (Sreen Actors Guild - SAG), yılın en başarılı film ve dizi oyuncularını seçiyor. Bu yıl yirmi ikincisi gerçekleştirilen ödül törenine En İyi Oyuncu Kadrosu Ödülü'yle Spotlight damgasını vurdu. Oscar'dan önce ödülleri toplamaya devam eden Leonardo DiCaprio, bunu da es geçmedi ve En İyi Erkek Oyuncu Ödülüne layık görüldü. Gecenin diğer kazananları ise şöyle:

Sinema;

En İyi Oyuncu Kadrosu: Spotlight

En İyi Kadın Oyuncu: Brie Larson(Room)

En İyi Erkek Oyuncu: Leonardo DiCaprio(The Reveant)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Alicia Vikander(The Danish Girl)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: İdris Elba(Beats of No Nation)

En İyi Dublör Kadrosu: Mad Max: Fury Road

Televizyon;

En İyi Oyuncu Kadrosu(Drama):Downtown Abbey

En İyi Kadın Oyuncu(Drama): Viola Davis(How To Get Away With Murder)

En İyi Erkek Oyuncu(Drama): Kevin Spacey(House Of Cards)

En İyi Oyuncu Karosu(Komedi): Orange is the  New Black

En İyi Kadın Oyuncu(Komedi): Uzo Aduba(Oarnge is the New Black)

En İyi Erkek Oyuncu(Komedi): Jeffrey Tambor ((Transparent)

En İyi Kadın Oyuncu(Mini Dizi/Film): Queen latifah(Bessie)

En İyi Erkek Oyuncu(Mini Dizi/Film): Idris Elba (Luther)

En İyi Dublör Kadrosu: Game of Thrones

Im Labyrinth Des Schweigens - Yalanlar Labirenti




       II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa, o zamana kadar görüp görebileceği en kanlı katliamlara şahit oldu. Hitler önderliğindeki Nazi Almanyası'nın özellikle yahudilere karşı uyguladığı bu insanlık dışı suçlar, savaş bittikten sonra bir süre örtbas edilmeye çalışıldı. Nazilerin toplama kamplarında özellikle Auswitch'te gerçekleştirdiği işkenceler kan dondurucu nitelikteydi. Üstelik bu suçları işleyenler halkın içinden insanlardı. Diğer insanlar gibi gündelik işleri olan, aileleri olan gayet normal insanlardı. Ama bir şekilde bu vahşete ortak olmuşlardı ve cezalarını çekmeleri gerekiyordu. Filmimiz de konuyu tam da bu noktada ele alıyor. II. Dünya Savaşı'nın on üç yıl sonrasına, 1958 yılına uzanıyoruz.

       1958 yılında Joham Rodmann, daha genç bir savcıdır. Auswitch kampında büyük işkenceler gören bir yahudinin, ona bu işkenceleri yapan komutanlardan birisi olan Charles Schulz'un bir okulda öğretmenlik yaptığını öğrenir ve yargılanması gerektiğini düşünerek gazeteci Gnielka ile beraber Joham Rodmann'ın bulunduğu büroya gelir. Kimsenin ilgilenmek istemediği bu dava, genç savcı Joham Rodmann'ın ilgisini çeker ve hayatını değiştirecek bir davayı alır. Başlarda sadece bu öğretmen için açılan dava daha sonra Rodmann'ın da çabalarıyla yargılanması gereken ama dışarıda dolaşan tüm nazileri kapsamaya başlar. Ama devlet kademesindeki çoğu yetkilinin bu durumu göz ardı ettiklerini görür. Yani Rodamann, sadece nazilere karşı değil, bu durumu gizlemeye çalışan devlet yetkililerine karşı da  mücadele verir. Bir yere kadar başarılı ilerleyen Rodmann, acemiliğinin ve hırsının yenilgisine uğrar ve dava aksamaya başlar. Ama genç ve azimli bir savcı olan Rodmann bu işin peşinden sonuna kadar gidecektir.




       Almanya'nın II.Dünya Savaşı konulu bir çok filmine rastlayabiliyoruz. Bu savaşın öncesini, savaş sırasını, savaştan sonrasını konu alan filmler Almanya'nın kendini temize çıkarma çabası olarak görüyorum.Bu filmler bünyesinde o dönemde ki Nazi Almanyası'nın şuan ki Almanya'dan bağımsız düşünülmesi gerektiği vurgulanmaya çalışılıyor. Almanya, II.Dünya Savaşı'nın ardından hala daha potansiyel tehlike olarak görülürken bu politikalar sayesinde günümüzde bu algı tamamen yıkılmış durumda. Buna rağmen bu geleneğinden vazgeçmeyen Alman sineması müthiş bir kaynak olan o dönemin tüm yaşananlarını bütün boyutlarıyla ele almaya devam edecek. 

       İtalyan bir aktör olan Giulio Ricciarelli, bu filmde ilk kez yönetmenlik deneyimi yaşıyor. Gerçek bir hikayeye dayanan bu filmi Ricciarelli'nin ilk tecrübesi olarak düşünürsek bence gayet başarılı. Filme çok fazla özgün bir kimlik kazandıramasa da kullandığı sade anlatımla hikayeyi kaliteli bir şekilde beyazperdeye aktarmayı başarıyor. Öyle ki 2016 Oscar Ödülleri'e Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday olmayı başarıyor. Alexandre Fehling, Andre Szymanski, Friederike Becht oyunculuk anlamında büyük bir farklılık ortaya koyamasalar da, yine de ortalama bir performanstan daha iyisini sergilediklerini düşünüyorum. Fazlasının zaten gerek olmadığı bu hikayede, sade oyunculuklarıyla gayet başarılı bir iş çıkarmışlar. 

27. Uluslararası Kısa Film Festivali İstanbul'da Başlıyor



        İstanbul Kısa Film Festivali, Türkiye'de gerçekleştirilen en uzun ömürlü festival olma özelliğini taşıyor. Tam 27 yıldır devam eden bu organizasyon genç yönetmenlerin isimlerinin duyulmasını sağlamak ve kısa filmin önemini artırmak amacıyla düzenlenmekte. Aslında festivalin geçmişi, 1978 yılında birkaç gencin IFSAK altında toplanıp sadece ulusal alanda organizasyonlar düzenlemeleriyle başlamıştır. O dönemlerde sadece ulusal çapta kısa filmlere yer veren bu festival daha sonra uluslararası bir boyuta kavuşmuş ve günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Bu yıl da 3 - 10 Şubat tarihlerinde izleyicilerle buluşacak.

       Birçoğu ödül almış olan bu kısa filmler İstanbul'un İtalyan,Fransız ve Alman Kültür Merkezleri sinema salonlarında ücretsiz olarak gösterilecek. Nazım Hikmetin 114.Doğum Yıldönümü anısına çekilen 'Bursa'nın Nazımı' adlı belgeselin de galasının yapılacağı bu festivalin ayrıntılı bilbilerine burdan ulaşabilirsiniz.
http://istanbulfilm.wix.com/festival

Ertuğrul 1890'a 10 Dalda Adaylık




       Türkiye ve Japonya'nın ortak yapımı olan Ertuğrul 1890 filmi, Osmanlı Dönemi'nde Japonya'ya giderken kaza yapan Ertuğrul Fırkateyni'nin karşılaştığı büyük Japon desteğini konu alıyor. Bu şekilde başlayan Türk-Japon  dostluğu yıllar boyunca tarihin farklı sahnelerinde kendini göstermiştir. Bu açıdan Ertuğrul 1890 ilk Türk-Japon filmi olma yönünden büyük bir öneme sahip.

      Ertuğrul 1890 Japonya'nın en prestijli sinema ödülleri olan 39.Japon Akademi Ödülleri'ne damgasını vuracağını şimdiden kanıtladı. En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen de dahil olmak üzere 10 dalda aday gösterildi. Ertuğrul 1890'ın çok konuşulacağı bu ödül töreni 4 Mart 2016 tarihinde gerçekleşecek. Gerçekten heyecanla bekliyoruz.

Kusursuz Bir Yapay Zeka - Ex Machina




       Yapay zeka konusunu ilk olarak yönetmen James Whale, 1932 yapımı Frankenstein filminde işliyor. Tabi teknolojinin de gelişmesiyle yapay zeka fikrinin boyutları da farklılaşmıştır. Daha sonrasında 2001: Space Odeyssey filminden Blade Runner filmine, Artifical İntelligence'dan Her'a kadar birçok yapıtta bu fikirle karşılaşmışızdır. Son olarak da son zamanların bilim kurgularından kendini farklılaştırmış orijinal kurgusuyla beyazperdeye taşınan Ex Machina ile tanışıyoruz. Temelde sorulan sorular ise basittir; insan yapımı bir varlık normal bir insanın bilincine sahip olabilir mi?, Bu yapay bilinç insanlık için bir tehlike yaratır mı? Aslında elimizdeki telefonlardan tutun da kullandığımız birçok teknolojik alete kadar hepsi bir nevi geliştirilmeye açık yapay zekaya sahipler. Yani sadece beyazperdede rastladığımız bu bilim-kurgu türü aslında çağımıza çok da uzak bir konu değil. İnsanı farketmeden yavaş yavaş içine alan, insanoğlu için tehlikeli olup olmadığını çok sonraları anlayacağımız bir teknolojiyle karşı karşıyayız aslında.

       Ex Machina, çağımızın bu en önemli sorularına cevap niteliğinde olmasa da konu hakkında fikir sahibi olup bu soruları geliştirmemize olanak sağlıyor. Film temelde filozof Frank Jackson'ın 'Mary'nin Odası' isimli düşünce egzersizini temel alıyor. Filmde de anlatılan bu düşünce sistemi şu şekildedir; 'Mary adında bir kadın siyah-beyaz ekranlı bir televizyonun bulunduğu siyah beyaz bir odadadır. Mary bu odada deneye tutulan zeki bir bilim insanıdır. Renklerin zihnimiz tarafından nasıl algılandığını çözmeye çalışır. Renkler hakkında her türlü bilgiye sahiptir fakat bu renklerin hiçbirini görmemiştir. Mary kapatıldığı bu odadan dışarı çıkıp diğer renklerle karşılaştığında nasıl bir hisse kapılır, bilmediği bir durumla karşılaşır mı?'. Filmde de Bluebook isimli bir şirketin sahibi olan Nathan'ın icat ettiği Ava isimli yapay bir zekaya sahip olan bir robot, bulunduğu kapalı odadan dışarı hiç çıkmamıştır. Ama dışarısıyla ilgili her türlü bilgiye sahiptir, hiç görmediği bir dünya hakkında ortalama bir insandan daha fazlasını biliyordur. 




       Hayali bir şirket olan Bluebook'un  -Google'a eşdeğer bir şirket-  sahibi Nathan yarattığı bu zekayı test etmesi için bu konuda üstün bilgiye sahip birilerine ihtiyacı vardır. Alan Turing'in ortaya attığı ve karşımızdakinin yapay zeka olup olmadığını anlama çabası olan bu testte eğer yapay zeka kendisinin yapay olmadığını karşındakine kabul ettirebilirse test başarılı olmuş demektir. Nathan da bu testi gerçekleştirmesi için istediği özelliklere sahip olan ve kendi şirketinde çalışan Caleb'i bir haftalığına kendi gizli bilim merkezine çağırır. Caleb, hergün Ava ile konuşup yetenekli bir yapay zekaya sahip olup olmadığını anlamaya çalışacaktır. Filmin tamamına yakını Nathan'ın bilim merkezi ve bu üç karakter arasında şekillenecektir. Çok fazla aksiyonu olmayan ve gayet minimal bir çerçeveye sahip olan film farklı kurgusuyla kendini soluksuz izlettirmeyi başarıyor. Filmin geneline baktığımızda erkek fantezisinin bir ürünüyle karşılaşıyoruz aslında. Yaratılan bu yapay zeka ortalama bir erkeğin karşı cinsten isteyebileceği tüm özelliklere sahip. Hal böyle olunca Caleb'in yaptığı testler sırasında Ava'dan hoşlanmaya başlaması da kaçınılmaz oluyor. Burada ki asıl soru ise şudur; 'Ava'da Caleb'ten hoşlanıyor mu, yoksa hoşlanıyormuş gibi mi yapıyor?'. 

       Dar bir zaman sürecinde, kapalı bir mekanda, sınırlı karakterle yapılmış bir film olmasına rağmen derin bir meseleye hatta birkaç meseleye parmak basıyor. Nathan'ın Ava ile olan ilişkisi bir insan-tanrı ilişkisine benzetiliyor. Kusurlu bir yaratıcı olan insanoğlunun yarattığı bu zekaların getireceği tehlikeli sonuçları da hesaba katmak gerekiyor mu, yaratılan bu bilinçli zekalara insan özellikleri eklendiğinde 'özgür olma, kendi seçimleriyle yaşama istekleri olacak mı?' gibi sorulara film tam olarak cevap vermiyor hatta  bu ve bunun gibi daha bir çok soruyu izleyiciye sordurtarak cevaplarını da kendilerinin vermesine olanak sağlıyor. Ava'nın, Turing testini geçip geçmediğine izleyicinin hayal gücü kara veriyor. Yani 'programlamanın dışına mı çıkıyor yoksa programlanma şekli filmin sonunda ki gibi miydi?' bilemiyoruz. 




       İlk defa bir filme yönetmenlik yapan Alex Garland, filmin senaryosunu da yine kendi hazırlamıştır. Garland, son zamanlarda karşılaştığımız görsel efektlerle ön plana çıkan bilim-kurgu filmlerine nazaran işin daha psikolojik ve fikirsel yanını ele alıyor. Robot ordularına karşı verilen güç mücadelesindense insanla aynı bilince sahip bir zekaya karşı verilen bu fikirsel mücadele filmi daha anlamlı kılıyor. 

       Filmde Ava rolünde oynayan Alicia Vikander, başarıyla bu zorlu rolün üstesinden geliyor. Nathan'ı canlandıran Oscar Isaac'ın gizemli dahi milyarder tiplemesi filmi daha çekici bir hale getiriyor. Kaliteli ve sade oyunculuğuyla öne çıkan Caleb'i canlandıran Domhnall Gleeson ismini ise son zamanlarda sıkça duymaya başladık. Öyle ki 2015 yılında rol aldığı dört film de Oscar'ın farklı dallarında adaylık almış durumda. Ex Machina da En İyi Senaryo ve En İyi Görsel Efekt Ödüllerine layık görülmüş. Görsel efekt konusunda birşey söyleyemem ama En İyi Senaryo Ödülü'nün en sağlam adayı olduğunu düşünüyorum. Senaryosu itibariyle farklı ve ilgi çekici olan Ex Machina bence bu ödülü sonuna kadar hak ediyor.

İntikam ve Yaşam Mücadelesi - The Revenant



          1800'lü yılların başındaki Amerika'nın vahşi, acımasız yanını ele alan film, Michael Punke'un  'A Novel of Revenge'  adlı romanından uyarlanmış. Yönetmenliğini geçen sene Birdman filmiyle En İyi Film Ödülü de dahil üç Oscar kazanan Meksikalı Alejandro Gonzalez İnarritu'nun yaptığı film bu sene de Oscar da en iddialı filmlerden bir tanesi. İntikam çerçevesinde gelişen bir hayat mücadelesini konu alan film gerçek bir hikayeden esinleniyor. Birdman filminde de İnarritu'nun yine beraber çalıştığı görüntü yönetmeni  Emmanuel Lubezki, ulaşabileceği en üst seviyeye bu filmle beraber çıkmış. Birdman dışında daha önce de Gravity, Children of Men  filmleriyle de yeteneğinin ne kadar üst düzey olduğunu kanıtlamıştı. Ama 'The Revenant' ile beraber kendi tarzını yansıttığı doğanın nefes kesen görüntüleri izleyicide hayranlık uyandırıyor. Yakın plan çekimleriyle yaşanılanları içimizde hissetmemizi sağlıyor.

       Açıkçası konu itibariyle beklenileni verdiğini düşünmüyorum. Bunu klasik, bir kitaptan uyarlama filmin eksikliği olarak da değerlendirebiliriz. Çünkü pek çok defa bu durumla karşılaşmışızdır. Çekilen filmler uyarlandığı kitaplardaki konunun hakkını bütünüyle veremiyorlar. Film, hikayenin baş kahramanı olan Leonardo Dicaprio'nun canlandırdığı Hugh Glass'ı tanımamıza olanak vermiyor. Yapılan birkaç geri dönüş bu karakterin derinliğini yansıtmaya yetmiyor. Daha çok kurgunun büyük parçası olan intikam duygusunun tetiklediği bir yaşam mücadelesine odaklanılıyor. Ama burada Leonardo Dicaprio'nun oyunculuğunu taktir etmek gerekiyor. Eminim şuana kadar aldığı en zor rollerden bir tanesi idi. Bundan 200 yıl önce Hugh Glass'ın çektiği zorlukların hemen hemen aynısını Dicaprio da bu filmle beraber yaşıyor. Tamamı doğanın tam kalbinde çekilen film, oyuncularında doğayla haşır neşir olmasını sağlıyor.





       Filmde Leonardo Dicaprio'ya eşlik eden Tom Hardy de oluşturduğu değişik aksanıyla filmin kötü karakteri John Fitzgerald'ı canlandırıyor. Son zamanlarda adını sıklıkla duyduğumuz Tom Hardy bu filmle Oscar'da aday olduğu En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü hakettiğini düşünüyorum. Filmde Domhnall Gleeson, Will Poulter, Lukas Haas gibi ünlü oyuncular da olmasına rağmen kendilerine çok fazla yer bulamıyorlar. Yine de filmin kalitesini destekleyen nitelikte oyunculuklar sergilediklerini söyleyebilirim.

       Çok fazla detaya inmeden konuya değinecek olursak, Hugh Glass, kürk için hayvanları avlayarak geçimini sağlamaktadır. Birgün yine ekip arkadaşlarıyla beraber kürk avına çıktıklarında bölgenin yerlilerinin baskınına uğrarlar ve orayı terk etmek zorunda kalırlar. Geri dönüşte Hugh Glass gördüğü bir yavru ayıya silahını doğrulttuğunda yavru ayının annesinin saldırısına uğrar. Ağır yaralar alan Hugh Glass arkadaşlarının ilerlemesini yavaşlatır. Öleceğini sanan ekip arkadaşları onu ücret kaşılığı başında ölene kadar beklemesi için bir kaç kişiyle beraber bırakırlar. Tahmin edilenin aksine aradan birkaç gün geçmesine rağmen Hugh ölmemiştir ama canlanacak hali de yoktur. Orada bekleyenlerden olan John Fitzgerld duruma daha fazla dayanamaz ve Hugh'u orada bir başına bırakır. Hugh yaralı ve vahşi doğada tek başınadır. İntikam alma duygusuyla kendini hayatta tutmaya çalışır. Doğanın her türlü zorluğuyla karşılaşır. Herşey intikam almak için. Ama filmde sadece Hugh Glass'ın intikamını görmüyoruz. Film genel olarak intikam olaylarının serpiştirildiği bir yapıt olmuş. Hugh Glass'ın yavru ayıyı öldüreceği sırada ayının saldırısına uğraması, beyaz insanın Amerika'yı istilasıyla büyük yara alan yerlilerin intikamı gibi konuyu dallandırmadan destekleyen bu gibi bir çok durumla karşılaşıyoruz.

  


       Tamamını doğal ışıkla çeken İnarritu, doğanın muazzam güzelliğini tüm gerçekliğiyle beyazperdeye aktarmayı başarıyor. Bu başarıda Lubezki'nin dış çekim ustalığının büyük payı olduğunu düşünüyorum. Yakın çekim becerisiyle de karakterimizin yaşadığı tüm zorlukları onunla beraber bizde yaşıyoruz. Filmi eğer sinemada izlerseniz orada yaşıyormuş hissine kapılacağınıza hatta üşüme hissedeceğinize eminim. Bu da filmin teknik açıdan ne kadar başarılı olduğunu kanıtlıyor. 

       Film konu itibariyle sade bir yapıda olsa da dönemin yozlaşmış halini aktarmaktan çekinmiyor. Filmin baş kahramanı dahil hiçkimse tamamen masum bir karaktere sahip değil. Kürkleri için hayvanları öldüren beyaz insan, onları bunu yapmaya zorlayan sistem, beyaz insanın bu vahşetini engellemeye çalışan yerliler ve insanlara karşı büyük mücadele içinde olan kürkleri için öldürülen hayvanlar, hepsi o dünyanın mücadelesini intikam yoluyla veriyorlar. Böyle bir gerilimin usta ellerde harmanlanmasıyla mükemmel bir eser ortaya çıkmış. 'Leonardio Dicaprio bu sene Oscar ödülünü alabilecek mi?' sorusunu yanıtsız bırakıyorum. Alsın veya almasın kalitesi herkes tarafından bilinen ve sevilen bir oyuncu. Hatta hak ediyor olmasına rağmen almaması Leonardio Dicaprio'nun gündemde kalmaya devam etmesi için daha iyi olur diyebilirim. 


     

2008 Krizinin Arka Odası - The Big Short




       Film, 2008 yılında ABD'de meydana gelip tüm dünyayı etkisi altına alan finansal krizin arka planında yaşananları konu alıyor. Michael Lewis'in aynı isimli romanından uyarlanan film gerçek bir hikayeye dayanıyor. Bu krizden yavaş yavaş çıkmaya başlayan dünya o döneme artık daha geniş bir perspektifle bakabilecek durumda. Dört farklı grubun bu finansal krizi önceden fark etmesini farklı bir teknikle işleyen bu filmin yönetmen koltuğunda absürt komedi filmleriyle tanıdığımız Adam Mckay oturuyor. Filmin dört ana karakterinin şekillenmesinde Adam Mckay'in dokunuşlarını görebiliyoruz. Aynı zamanda ekonomiyle ilgisi olmayanların anlayamayacağı bazı terimleri belgesel havasında açıklıyor olması da Adam Mckay'in faklılığını ortaya koyuyor.

       Ekonomiden çok anlayan birisi olmasam da bu ekonomik krizin temelini oluşturan bazı unsurları açıklayabilirim. Morgage kredileri bir araya getirilip yatırım bankalarına ve yatırım yapacak kişilere satılıyor. Bu sayede büyük oranda riskli krediler ortaya çıkarıp yüksek kazançlar elde etmeye çalışılmasıyla meydana geliyor. Bu kişilerin kredileri bu hale getirmesi alt gelirli milyonlarca insanın hem evsiz hem de işsiz kalmasına neden oluyor. Durumun böyle olacağını önceden tahmin eden dört gruba odaklanıyoruz. Bankaların ödeyen ödemeyen herkese morgage kredisi verdiklerini gören bu kişiler ekonomik krizin de kaçınılmaz olduğunu biliyorlar. Bu krizi önceden gören dahiler olarak bu durumdan kendilerine pay çıkartmaya çalışıyorlar. Bu kişiler zengin olacaklarının hayallerini kurarken aslında bu krizin milyonlarca insanı nasıl etkileyeceğinin farkına varıyorlar. Çöküşün getireceği boyutları kitlelere anlatmaya çalışsalar da bu durumdan faydalanacak uzmanların diğer insanların yaşamlarını ne kadar umursamadıklarını görüyorlar.

 


       Yıldızlar kadrosundan oluşan filmin dört ana karakterine gelecek olursak ortaya koydukları performans muazzamdı. Bu dört karakter taraf tutulmadan eşit bir şekilde ekrana aktarılıyor. Kişisel bozukluklarının olduğu bu karakterler zekalarıyla ön planda olmaları Amerikan sinemasından alışık olduğumuz bir durum aslında. Christian Bale'in canlandırdığı Michael Burry insanlarla iletişim kurmakta zorlanan ama ekonomik bilgisi ileri derecede olan bir karakter. Steve Carrel'ın oynadığı Mark Baum, kardeşini kaybettikten sonra karamsar bir havada olan ve insanlarla konuşurken sözünü esirgemeyen birisi. Ryan Gosling ise aşırı kibirli Jared Vennett'i canlandırıyor. Brad Pitt'e gelince o da daha önceden iyi bir bankacı olan ama bunu kendine yakıştıramayıp işi bırakmış paranoyak bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Filmde öne çıkan isim ise Mark Baum karakterini başarıyla canlandıran Steve Carrel oluyor. Oynadığı karakterin kostümüne bürünmeyi çok iyi başaran Steve Carrel bence Oscar'da En İyi Erkek Oyuncu Ödülüne aday olmayı hak ediyordu, o listede olmamasına şaşırdım açıkçası.

       Her ne kadar filmin sonunda durumu genel hatlarıyla anlasak da detaylarda yer alan bir çok ekonomi terimi ve gerçekleşen olayların günlük yaşamdan soyut olması filme dahil olama süremizi geciktiriyor. Yönetmen Mckay  bu durumu kurtarmak için filme belgesel havası katacak bir kaç orijinal fikir yerleştiriyor. Margot Robbie'nin köpük banyosu yaparken, Selena Gomez'in blackjack oynayarak ekonomide yaşananları basitleştirerek açıklamaya çalışması anlamamızı biraz kolaylaştırsa da yeterli olduğunu zannetmiyorum. Tabii bu filmin eksikliğinden değil ekonominin bize karmaşık gelmesinden kaynaklanıyor. 

       Film, Oscar Ödülleri'nde En İyi Film dalında aday gösterilen filmler arasında. Bunun en büyük sebebinin reklamını yapmakta kolaylık sağlayacak ünlü isimlerin oyuncu kadrosunda yer almaları olduğunu düşünüyorum. Bence kalitesini ortaya koyabilen bir film fakat kadrosunda ki oyuncular bu kadar yıldız isimler olmasalardı aynı kaliteyle bu kadar ün yapabileceğini zannetmiyorum. Ama yine de kadro açısından kaliteli bir kombin olmuş ve oyuncular isimlerinin arkasına saklanmaktansa performanslarıyla öne çıkmayı başarmışlar. Sonuç olarak 2008 yılında patlak veren ve etkilerini halen daha hissettiğimiz krizin arka odasında neler yaşandığına şahit olduğumuz bu filmi izleyip bazı gerçekleri görmenizi tavsiye ederim. 
       

Brooklyn (2015)




       Brooklyn, Amerika'da düzenlenen Sundance Film  Festivali'nde ödül alamasa da bu festivalin en popüler filmlerinden bir tanesiydi. Bu festival sayesinde ismini duyurup Oscar Ödüllerinde En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo dallarında aday gösterilen filmler arasına girdi. Genç yaşına rağmen oynadığı birçok filmde adından söz ettirmeyi başaran Saoirse Ronan, baş rolünde oynadığı bu filmle de kalitesini yine ortaya koyuyor. Öyle ki bu yılki Oscar Ödüllerinde En İyi Kadın Oyuncu ödülü için favori oyuncu olduğunu düşünüyorum.

       Film 1950'li yıllarda yaşayan bir kızın hayatını büyük oranda değiştirecek iki seçenek arasında kalan hayatını konu alıyor. Saoirse Ronan'ın filmde hayat verdiği Eilis Lacey, iş imkanlarının kısıtlı olmasından dolayı istememesine rağmen hayatının geçtiği İrlanda'dan Amerika'ya gider. Annesini ve kız kardeşini geride bırakmak zorunda kalır. İrlanda'da mütevazi bir hayata sahip olan Eilis'i, daha hareketli ve daha kalabalık bir Amerika bekliyor olacaktır. Bir tanıdığı sayesinde Amerika'nın Brooklyn şehrinde bir iş bulur ve buraya yerleşir. Brooklyn'de yaşayanların birçoğu İrlandalı olmasına rağmen bu durum sıla hasreti çekmesine engel olamaz. Yaşadığı yerden ilk defa dışarıya çıkan Eilis, Amerika'nın bu farklı havasına alışmakta zorluk çeker. Ta ki kendi gibi bir gurbetçi olan Tony ile tanışana kadar. Amerika artık Eilis için daha yaşanabilir olmuştur. Tony ile güzel günler geçirerek bir nebze de olsa memleket hasretini unutur. Fakat işin sonunda olaylar farklı gelişir ve İrlanda ile Amerika arasında seçim yapmak zorunda kalır. Bir tarafta doğup büyüdüğü ve ailesinin yaşadığı İrlanda, diğer tarafta sevdiği adamla hayatını geçirebileceği Amerika. Zor bir seçim gibi görünüyor.





       Tanıtımlarını gördüğümde filmin klasik bir aşk filmi olabileceğini düşünsem de son kararımı izledikten sonra vermek istedim ve aslında daha akıcı ve farklı bir konusu olduğunu gördüm. Daha çok hayatın zorluklarıyla tek başına mücadele etme kararı almış bir kadının kaldığı ikileme şahit oluyoruz.Filmin içerisine yerleştirilmiş bir çok derin duyguyu oyuncularla beraber biz de yaşıyoruz. Ailemden erken ayrılan birisi olarak Eilis'in yaşadığı zorluğu daha yakından hissettim diyebilirim. Zaten Saoirse Ronan, oynadığı karakterin yaşadığı zorlukları o kadar benimsemiş ki memleket hasreti çekmemiş dahi olsanız sizi o duyguyu yaşamaya zorluyor. Çok iyi tanımadığımız ama kanaatimce ileride daha çok karşılaşacağımız ve filmde Tony karakteriyle karşımıza çıkan Emory Cohen'in de iyi bir iş çıkardığını düşünüyorum. İtalyan bir karakteri oynayan Cohen gerçek bir İtalyan kisvesine bürünmüş. 

       Her ne kadar yıllarca adından bahsettirecek bir şaheser olduğunu düşünmesem de kendi çapında bir duruşu belli bir kalitesi olan bir film. İzleyenlerin empati duygusunu tetikleyecek yılın iyi filmlerinden bir tanesi. 

The Grand Budapest Hotel - Büyük Budapeşte Oteli




       Kendi oluşturduğu şahane hayal dünyasının öykülerini ekranlara taşımayı seven ünlü yönetmen Wes Anderson, Büyük Budapeşte Oteli'yle tarzını bir kez daha ortaya koyuyor. Daha önce Moonrise Kingdom filmiyle kalitesini kanıtlamayı başarmıştı. Görsel plana çok önem veren Anderson  filmi bir görsel şölen havasında çekmiş belli ki. Zaten Oscar Ödülleri'nde de En İyi Kostüm ve En İyi Saç ve Makyaj Ödülleri'ni alarak bu konuda ne kadar başarılı olduğunu görüyoruz. Yönetmen filmdeki her kare için ayrı bir çaba sarfetmiş. Öyle ki filmin her karesi görsel manada dolu ve her kare ayrı bir hikaye anlatıyor. Filmin başında ihtişamlı bir otel görüyoruz. Dağın tepesinde gözleri kamaştıran mükemmel bir otel. Her ne kadar hikaye tamamen hayal ürünü olan Doğu Avrupa'da bulunduğu söylenen Zubrowka şehrinde geçse de tarihsel süreç tamamen gerçek. 1985 yılında bir yazarın hikayesini anlatmasıyla film başlıyor. Filmin bir kısmı II.Dünya Savaşı'na giden dönemi anlatıyor. Sonraları oteli tekrar gördüğümüzde II.Dünya Savaşı'nın bıraktığı etkileri otelde de görebiliyoruz. Köhneleşmiş, eski ihtişamını kaybetmiş bir otel duruyor karşımızda.

       Filmin ana temasını oluşturan olaylar 1932 yılında şekilleniyor. Otelin kosinyerji Gustave H.,  tatlı diliyle müşterileri kendine bağlar ve onların oteldeki en saygı duydukları kişi haline gelir. Kendisi mutlu olurken müşterileri de mutlu etmeyi başarıyor. Oteldeki her olaydan haberi vardır. Otelle neredeyse bütünleşmiş olan Gustave H. yaptığı işi zevkle yapıyordur. Otelin şimdiki sahibi olan Zero ise o dönemde belboyluk yapmaktadır. Film Gustave H. ile Zero arasında geçen tatlı çekişmeleriyle başlayıp otelin hatırı sayılır müşterilerinden Madam D.'nin ölümüyle aksiyon dolu bir hikayeye başlıyor.Madam D.'nin çok sevdiği 'Elmalı Çocuğu' tablosunu da Gustave H.'ye bırakmasıyla film her saniye farklı bir sürprizle karşılaşacağımız polisiye bir hale bürünür. 




       Film Gustave H. ile belboy Zero'nun absürt bir o kadarda eğlenceli maceralarıyla ilerlerken arka planda da ilerde Avrupa'nın büyük belası haline gelecek olan Hitler Almanyası'nın  etkilerini görebiliyoruz. Hayal gücünü gerçek olaylarla sınırlandırmak istemeyen yönetmen Anderson, gerçek yaşanmış bir tarihte tamamen hayal ürünü olan bir şehirde yine tamamen hayal ürünü olan olaylara şahit oluyoruz. Bu sırada tarihsel süreç de geri planda ilerlemeye devam ediyor. 

       Oyuncu kadrosu ise belkide bir daha hiçbir zaman bir arada göremeyeceğimiz ünlü bir o kadar da kaliteli oyunculardan oluşuyor. Filmin en kısa rolünden en uzun rolüne kadar hapsi hayranlıkla izlediğimiz yeteneklerle karşılaşıyoruz. Öyle ki Bill Murray bile filmde kendine sadece bir kaç dakikalık rol bulabilmiş. Başrol kahramanı Gustave H.yi, oyunculğunu zaten bildiğimiz son zamanlarda da yönetmenliğe soyunan Ralph Fiennes oynuyor. Onun dışında Edward Norton'u subay rolünde, Willem Dafeo'yu değişik bir mafya rolünde, Adrien Brody'yi Dimitri karakterinde,Saoirse Ronan'ı Agatha olarak, Jude Law'ı yazar olarak, Murray Abraham'ı da Zero'nun yaşlılık hali olarak izliyoruz. Seyretmesi birbirinden keyifli bu oyuncuları bir arada izleyebilmek seyir zevkini de bir hayli artırıyor.

       Filmin sonunda Anderson'un Hugo Guinnes ile yazdığı bu hikayeyi Stefan Zweig'den etkilendiğini öğreniyoruz. Stefan Zweig yahudi asıllı bir yazardır. Hitler'in katliamları dolayısıyla ülkesi Avusturya'dan ayrılmak zorunda kalır. Filmde ki belboy Zero karakteri de bir göçmendir. Nazi Almanyası'nın saldırılarından kaçıp bu otelde renkli bir dünya ile karşılaşır. Filmi bu plandan izlediğimizde hikaye daha da anlam kazanıyor.
       

       

A Separation - Bir Ayrılık




       İran sinemasının nadide eserlerinden bir tanesi daha. Beşinci uzun metraj filmini çeken İranlı yönetmen Asghar Farhadi kazandığı birçok ödülle kalitesini birkez daha ispatlıyor. Daha önce de kazandığı Altın Ayı ödülünü 2011 Berlin Film Festivali'nde bu filmle beraber tekrar kazanıyor. Aynı zamanda En İyi Erkek ve Kadın Oyuncu Ödüllerini de kimselere kaptırmıyor. 2012 yılında yapılan Oscar Ödülleri'nde ise hem En İyi Yabancı Film Ödülünü hem de En İyi Özgün Senaryo Ödülü'nü kazanıyor. 

       Filmin en çarpıcı yanı yaşanan olayları en gerçekçi kurguyla izleyiciye aktarıyor olması. Film boyunca bütün oyuncuların sergilediği performans olayların gerçekten yaşanıyor hissine kapılmamızı sağlıyor. İran'daki üst,orta ve alt düzey insanların yaşantılarını günlük olaylarda nasıl çatıştığını görüyoruz. Filmin yönetmeni ve senaristi Asghar Farhadi, İran'daki günlük hayatın basit ama bir o kadar da büyük sorunlarını şahane bir kurguda işleyerek izleyenleri derinden etkileyebiliyor. Filmde anlatılan karakterler ve olaylar aslında İran günlük hayatının minimalize edilmiş modeli olarak düşünebiliriz. 

       Başlıkta bahsedilen ayrılık şöyle gerçekleşiyor; uzun yıllar evli kalmış olmalarına rağmen Simin'in kızını İran'da okutmak istemediği için yurtdışına taşınmak istemesi kocasıyla aralarını açar. Başta yurtdışına çıkma fikrini kabul etmiş olan Nader, evinde baktığı babasının hastalığının ilerlemesiyle bu fikirden vazgeçer. Kızını yurtdışında okutmaya kararlı olan Simin ise kocası Nader'den boşanmaya karar verir. Film bu ikilinin dertlerini hakime anlatırken başlar ama ekranda sadece Simin ve Nader vardır, hakimi görmeyiz. Bu da hakimi sembolik bir otorite olarak algılamamızı sağlıyor. Ayrılık sonrası Simin evden gitmesiyle kızıyla kalan Nader, babasına bakması için bir bakıcı tutar. Buradan sonra iki sınıfın çatışmasına şahit oluruz. Çünkü eve gelen bakıcı kocasından habersiz bu işe başlamıştır. Kocasının öğrenmesiyle olaylar daha farklı gelişmeye başlar. Bu ve bunun gibi yaşanan bütün olaylara tarafsız yaklaşan film seyircinin kendi muhakemesini yapmasına olanak sağlıyor.

       Filmde kişisel meselelerinin devlet kurumlarında çözüme kavuşmasını bekleyen sıradan insanların olağan yaşantılarına şahit oluyoruz. Filmi güzel yapan da bu, olağan bir hikaye de olsa izleyenleri derinden sarsabilecek kaliteye sahip. Filmin bu kaliteye sahip olmasının en büyük nedeninin oyuncuların en doğal halleriyle oynuyor olmaları olduğunu düşünüyorum. Özellikle başrolleri paylaşan Peyman Maadi ve Leila Hatami'nin kuşkusuz bu konuda büyük payları var. 

İnside Out - Ters Yüz




       Hayatımız boyunca yaşadığımız olayların karşısında verdiğimiz tepkilerin birçok nedeni var. Aslında baskın olan duygumuz bizi bu olaylar karşısında vereceğimiz tepkileri şekillendirir. Bu baskın olan duygumuzun belirginleşmesi de elbetteki kişiliğimizin şekillendiği döneme yani büyüme çağımıza denk geliyor. Filmimiz de beş ana duyguyu temel alarak bir insanın beyninin içinde yaşananları sembolize etmiş. Bir animasyon filmi olmasına rağmen, Pixar Animasyon şirketinin yaptığı diğer animasyon filmleri gibi sadece çocuklara hitap etmez. Yetişkin insanların dahi hayretle izleyeceği bir proje daha ortaya koyuyorlar. 2009'da Yukarı Bak (Up) filmiyle birçok ödül alan Pete Docter bu filmin de yönetmenliğini yaparak büyük bir başarıya daha imza atıyor. Oscar'qda En İyi Animasyon dalında aday gösterilen film 73. Altın Küre Ödüllerinde de En İyi Animasyon ödülüne layık görüldü.

       Film, meydana gelen olayları iki farklı boyutta inceleyerek beğenimize sunuyor. Riley isimli onbir yaşındaki bir kızın yaşadığı ufak büyük her türlü olayın onu nasıl etkilediğini ve kafasının içindeki beş temel duygunun (neşe, öfke, korku, tiksinme, üzüntü) bu olaylar karşısında nasıl şekillendiğini görüyoruz. Riley'in çocukluğunun şekillenmesinde ki en büyük pay 'neşe'ye aittir. Büyük çoğunlukla diğer duyguların da yönlendirilmesi 'neşe' tarafından gerçekleştiriliyor. Baş kahramanımızın ailesiyle beraber Minnesota'dan San Fransisco'ya taşınmasıyla hayatının en büyük değişikliğini yaşar. Yeni bir çevre, yeni arkadaşlar, yeni bir şehir, Riley'in duygusal manada zor zamanlar yaşamasına neden olur. Riley'in çevresine karşı duyduğu bu yabancılık, kafasının içindeki beş ana duygunun da zor bir süreç geçirmesine neden oluyor. Yaşadığı olumsuzluklara rağmen bunlardan etkilenmemesini isteyen 'neşe' Riley'in mutlu olması için herşeyi yapmaya çalışır. Buna rağmen ortaya çıkmasını istemediği 'üzüntü' ortaya çıkar. Bu da Riley'in yaşadığı olumsuzluklardan daha fazla etkilenmesine neden olur.




       Kafamızın içinde yaşanan olaylar kusursuz bir şekilde sembolize edilmesi hayal dünyamızın sınırlarının aslında ne kadar geniş olduğunu anlatır nitelikte. Dış dünyada karşılaştığımız olayların kafamızın içindeki yansımasını şahane bir kurguyla öğreniyoruz diyebilirim. Başlarda 'üzüntü'yü işleri bozan bir duygu olarak görsek de ana karakterimizin bu olayların üstesinden gelmesinde ne kadar da büyük rol oynadığını görüyoruz. Hayatımızda her zaman neşenin olamayacağını, bazen yıkılan köprülerin yeniden yapılmasında üzüntünün önemli bir payının olduğunu anlıyoruz. Bir animasyon filmi olmasına rağmen duygu yüklü ama bir o akar da eğlenceyi ön planda tutan şahane bir yapıt. Yaşınız kaç olursa olsun ön yargılarınızı birazcık kırıp hayal gücümüzü olumlu yönde zorlamamıza olanak sağlayan bu filmi izlemenizi öneririm.

II.Dünya Savaşı'nın Kaderi - The Imitation Game:Enigma




       Almanların II.Dünya Savaşı'nı beklenmedik bir şekilde kaybettiklerini biliyoruz. Ama savaşın gidişatı konusunda pek fazla bilgi sahibi değiliz. En azından okullarda öğretilenler savaşın kaderinin neden böyle değiştiği konusunda bilgi sahibi olmamıza olanak sağlamıyor. Bu durum beni ne kadar üzüyor olsa da filmde bahsedilen şuan ki bilgisayarın atası kabul edilen buluş II.Dünya Savaşı'nın kafamızdaki o karanlık yüzüne bir nebze de olsa ışık tutuyor. Enigma, Almanların savaşta kullandıkları haberleşme sisteminin kodlarına verilen addır. Bu kodlar sayesinde saldırı yapacakları yeri belirleyip harekete geçiyorlar ve kimse de bu kodları çözemediği için saldırılar önlenemiyordu.

       Alan Turing isimli bir bilim adamının uzun uğraşlar sonucu bu kodları çözerek savaşı Almanların aleyhine çevirmesine şahit oluyoruz. Alan Turing genç bir dahi olmasına rağmen İngiltere'de ün yapmış birisidir. Devlet tarafından bir ekiple beraber bu işi çözmesi istenir. Birçok konuda ekibindeki çalışanlarla çatışsa da savaşın sonunda yaptığı 'Cristopher' isimli makineyle Almanların kodlarını çözerek milyonlarca insanın ölmesini engeller.




       II.Dünya Savaşı'nı anlatan diğer filmlere göre savaş sahnelerini bu filmde görmüyoruz. Herşey genellikle Alan Turing ve ekibin çalıştığı mekanda geçiyor.Savaşın boyutlarını aktaramamışlar mı yoksa aktarmak mı istememişler bilemiyorum ama filmin eksik kaldığı bir konu olduğunu düşünüyorum. En azından II.Dünya Savaşı sırasında İngiltere'nin içinde bulunduğu durum seyirciye aktarılsaymış daha etkili olurmuş. 

       Bu çalışma sırasında Alan Turing'in sakladığı daha doğrusu saklamak zorunda olduğu bir durum vardır. Alan eşcinseldir ve o zaman ki İngiltere yasalarına göre eşcinsellik yasalara aykırıdır. Alan Turing'in eşcinsel olduğu öğrenilince, devlet tarafından iki seçenek sunuluyor: Ya hapse girecektir ya da hormon tedavisi görecektir. Günümüz düşüncesiyle bir türlü idrak edemediğimiz bu durumda Alan hormon tedavisi görmeyi tercih ediyor. Yapılan bu tedaviler Alan Turing'e büyük oranda zarar verir. Yapılan bu hormonal tedavilere daha fazla dayanamayan Turing 41 yaşında intihar eder. Bunca başarılarına  rağmen Alan Turing ancak 2013 yılında Kraliçe Elizabeth tarafından onurlandırılmıştır. Bunu da İngiltere'nin en büyük ayıbı olarak değerlendiriyorum. Sadece Alan Turing'den dolayı değil, bu süre boyunca binlerce eşcinsel erkek hapse mahkum edilmiş.

       Alan Turing karakterine yeniden can veren Benedict Cumberbatch, karakterin içinde bulunduğu durumu başarıyla seyirciye ulaştırmış. Ona eşlik eden Keira Knightley, Matthew Goode gibi oyuncular da karakterlerini başarıyla canlandırmışlar. Oscar ödüllerinde birçok dalda aday gösterilen film En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü'nü alarak kalitesini kanıtlamış görünüyor. 

Who Am I - Kein System İst Sicher




       Artık hepimizin hayatında büyük öneme sahip inkar edemeyeceğimiz boyutlara ulaşmış bir gerçek; sanal dünya. Hal böyle olunca başka güçler tarafından takip edilmek ve kontrol altına alınmak çok daha kolaylaşıyor.  İnternetin hayatımızı bu kadar fazla işgal ettiği bu dünyada hackerların birer popüler kültür unsuru haline gelmesi de kaçınılmaz oluyor. Hayatımızın bu kadar içinde olan bu konu da doğal olarak çokça ekranlarda kendine yer buluyor. 'Ben Kimim?' de bunlardan bir tanesi.

       Hacker dediğimiz kişiler genellikle ailevi problemleri olan, asosyal, uyuşturucu bağımlısı tiplermiş gibi yansıtılıyor. Gerçekte de böylemi bilmiyorum ama ekranlardan izlediğimiz kadarıyla öyleler. Filmdeki karakterimiz de küçük yaşta anne babasını kaybetmiş, büyükannesiyle büyümüş, hayatındaki boşlukları bilgisayar ortamında geçirdiği zamanla doldurmuş asosyal bir kişilik olan Benjamin, hackerlık sanatını iyice öğrenmiştir. Şans eseri kendisi gibi hacker olan üç kişilik bir ekiple tanışır ve beraber çalışmaya başlarlar. CLAY adını verdikleri bu ekip, hacker saldırılarını sadece masa başında değil saha çalışmalarıyla da daha aksiyonlu bir hale getiriyorlar. 






       Yaptıkları saldırılar bir yerden sonra çığrından çıkmaya başlıyor. Diğer hacker gruplarıyla mücadele içerisine giriyorlar. Sanal dünya aleminde kendilerini ispatlamaya çalışırlar. Hackerlar arasında geçen bu mücadeleyi bir tren ortamında somutlaştırarak sembolize edilmesi de filme ayrı bir tat katıyor. Filmin özgünlüğü de buradan kendini belli ediyor. Bir yerden sonra bu hacker grubumuz bazı noktalarda düşüncesizce hareket ederek başlarını belaya sokmaya başlıyorlar. Aslında en küçük detayları bile düşünen hackerların bu gibi ufak hatalar yapması seyir zevkini az da olsa baltalamış. Filmin detaylarında gördüğümüz 'Fight Club' yerleştirmeleri de acaba bu film de mi o şekilde bitecek sorusunu akıllara getirse de hiç telaşlanmayın 'Fight Club' ile alakası bile yok. Sürpriz finaliyle seyirciyi birkaç defa kandırmayı başarıyor. 

      Başrolde oynayan Benjamin karakterini canlandıran 'Ünsere Mutter Ünsere Vater' filminden de tanıdığımız Tom Schiling genç yaşına rağmen bu filmde iyi iş çıkarmış. Diğer oyuncular hakkında pek yorum yapamayacağım ama çok sırıtmadan rollerini hakkıyla yerine getirdiklerini görebiliyoruz. Üçüncü uzun metraj filmini çeken yönetmen Baran bo Odar seyir zevki yüksek, birçok Hollywood yapımına göre daha kendine has bir yapım ortaya koymuş.

       Her ne kadar Hollywood tadında bir film olsa da Alman sinemasının etkilerini büyük oranda görüyoruz. Senaryonun zekice hazırlanmış olması ve özgün yapısıyla izlenilmeyi hak eden bir film olduğunu düşünüyorum. 
       

The Martian - Marslı




       Filmden bahsetmeden önce uyarlandığı kitap hakkında birkaç kelam etmek istiyorum. Kitabın yazarı Andy Weir Marslı'yı, açtığı bir blogta yazarak hayata geçirmeye başlar. Uzun uğraşlar sonunda hikayeyi bitirir ve 2011 yılında kitap olarak piyasaya sürer. Kitap tüm Dünya'da çok satanlar listesine girince birçok yönetmenin ilgisini üzerine çektiğini inkar edemeyiz. Filmi çekmek ise ünlü yönetmen Ridley Scott'a nasip olmuş. Ridley Scott'ı daha önceden Alien ve Blade Runner gibi ün yapmış bilim-kurgu filmlerinden tanıyoruz. Marslı filmi de bu filmler gibi aksiyon-macera tadında bir yapıt olacağı bekleniyordu ama gördüğümüz kadarıyla bilim-kurgu hikayesiyle beraber komedi tarafı daha ağır basıyor. Bilim-kurgu filmlerde pek rastlamadığımız bu mizah unsurları filmi daha kaliteli hale getiriyor. Öyle ki 73.Altın Küre Ödülleri'nde En İyi Müzikal-Komedi Ödülünü almasına başta şaşırsam da bu ödülü hak ettiğini düşünüyorum. Aynı zamanda filmin başrolündeki Matt Damon da Müzikal-Komedi dalında En İyi Erkek Oyuncu rolüne layık görüldü. Bunun yanında filmin oyuncu kadrosunda Jessica Chastain, Kate Mara, Kristen Wiig, Jeff Daniels, Sean Bean gibi isimler dikkat çekiyor.

       NASA'nın Mars'ta yapacağı bir araştırma için 6 kişilik bir ekip Mars'a gönderilir. İncelemeler sırasında meydana gelen bir fırtına sonucunda ekibin botanisti Mark Watney'in öldüğü sanılarak ekibin diğer üyeleri araştırmaları yarıda bırakıp geri Dünya'ya doğru yola çıkarlar. Düşündüklerinin aksine Mark Watney hayattadır ve koca gezegende tek başınadır. En yakın yardımdan milyonlarca km uzakta. Üstelik hiç kimsenin bundan haberi yoktur. Buradan sonra film, Mark'ın hayatta kalma mücadelesini ve Dünya'yla iletişim kurma çabasını anlatıyor. 





       Mark'ın Mars'ta hayatta kalması o kadar da kolay olmayacaktır. Herşeyden önce yiyeceğe ihtiyacı vardır. Birşeyler yatiştirmek için de Mars'ın toprağı hiç elverişli değildir. Her ne kadar hayal bile edemeyeceğimiz bir mücadeleye şahit olsak da Matt Damon'ın da usta oyunculuğuyla durum mizaha dökülerek daha eğlenceli hale getirilmiş. Bu hayatta kalma mücadelesi gerçeklikten çok fazla uzaklaşmadan bilimsel açıklamalarla anlatılmaya çalışılmış. Film böyle bir durumda kalabilecek bir astronotun yaşayacağı her türlü zorluğu gözler önüne seriyor. Ayrıca NASA'nın da günümüzde ya da yakın gelecekte yapacağı çalışmalar hakkında fikir sahibi olmamıza olanak sağlıyor. 

       Mark, zekice hamleler yaparak Dünya ile bağlantı kurmayı başarır. Buradan sonra filmin ikinci kısmı başlar. Film mizahi yapısından biraz uzaklaşarak biraz daha ciddiyete bürünür. Başlarda hayatta kalma mücadelesini çok fazla ciddiye almayan Mark bu durumun zorluğunu da seyirciye geçirememişti. Sanki bu umursamazlık, karakterin değil de Matt Damon'ın umursamazlığıydı. Bilindiği üzere Matt Damon'ın birçok filminde canlandırdığı karakterlerin kurtarılma hikayesi var. Sanki bu filmlerin getirdiği alışkanlıkla karakterde de kısmi bir boş vermişlik var. NASA'nın kurtarma çalışmalarını başlatmasıyla hikayede durumun ciddiyeti daha da belirginleşiyor.

 


       Filmin başarılı olduğunu düşündüğüm bir konu da Mars'ın yüzeyinin sinemaya aktarılması olmuş. Çoğu detay atlanılmadan perdeye yansıtılmış. Biraz araştırınca Mars'ın gerçekten de filmdeki görsel sahnelere benzer bir yapısının olduğunu görüyoruz. Bu konuda film için bir çok araştırma yapıldığına inanıyorum. Film görsel bakımdan kızıl gezegenin uçsuz bucaksız görüntüsünün nefes kesici ayrıntılarıyla hayranlık uyandırıyor.

       Mars hakkında kafalardaki bir çok soruya cevap niteliğinde bir film olduğunu söyleyebilirim. Ve bunlar izleyiciyi sıkmadan anlatılmış. Mükemmel bir yapıt olmasa da gerçek detaylara dayanan izlenilmesi gereken bir film. Yakın gelecekte vuku bulacağını tahmin ettiğim bu Mars yolculuklarını merak ediyorsanız (etmiyorsanız da) izlemenizi tavsiye ederim.

     

       

Réalité - Gerçeklik




       Zekice hazırlanmış bir kurgu bir o kadar da anlaşılması zor bir film. Filmin konusundan bahsetmek isterdim ama bu benim için biraz zor çünkü yönetmen alışılmış kurgulardan çok daha farklı bir senaryoyla filmi çekmiş. Gerçeklik ve rüyanın birbirine girdiği idrak edilmesi zor bir kurgu. Sanırım filmi tam anlamıyla anlayabilmek için filmin yönetmeni Quentin Dupieux'un kafasının içine girmek gerekiyor. 

       Ama yine de filmin ne kadar karmaşık olduğunu birkaç örnekle açıklayabilirim. Öncelikle film birbiryle bağlantılı bir çok katmandan oluşuyor. Film Realite adında bir kızın babasının avladığı domuzun karnını boşaltırken içinden çıkan bir video kaseti fark etmesiyle başlar. Filmin diğer bir katmanında ise yapımcısı tarafından çekeceği filme en iyi çığlığı bulması için 48 saat müddet verilen kameraman Jason, Jason'ın kameramanlık yaptığı bir gündüz kuşağı programında ilginç kostümüyle sunuculuk yapan ve bu kostüm yüzünden sürekli kaşındığını iddia eden Dennis, Realite'nin kadın kostümüyle askeri bir aracın içinde gördüğü okul müdürü. Daha birçok karakterin gerçeklikle rüya arasında gidip gelen ve ayırt etmekte zorluk çektiğimiz birbirine geçmiş senkronize hikayelerine tanık oluyoruz. Filmin kurgusal zemininin hazırlanması için bütün karakterlere yeterli süre verilmiş. Konuyu çok uzatmadan karakterleri ve birbirleriyle kuracakları bağlantıları anlatıyor. Yine de anlaşılabilirliğini kolaylaştırmıyor. Galiba yönetmen neyin gerçek neyin hayal olduğunu seyircinin kararına bırakmış.

       Zekice kurgulanan filmin yönetmeni Quentin Dupieux neredeyse her işi kendisi yapmış. İlk olarak senaryoyu kendisi yazmış daha sonra filmin görüntü yönetmenliğini yapmış. Son olarak kurgu işini de kendisi tek başına üstlenmiş. Filmin bu kadar mükemmel hazırlanmış olması da Quentin Dupieux'un her alana el atması olsa gerek. Herhangi bir dışarıdan müdahaleye izin vermeden kendi kafasının içindekileri beyazperdeye aktarmış. İdrak yollarımızı zorlayan bir o kadarda eğlenceli izlenilesi bir yapıt ortaya koymuş.

       

Şili'nin Mucize Madencileri - Los 33




       2010 yılında Şili'de meydana gelen maden kazasından hepimiz haberdarız. Üzerinden çok uzun süreler geçmeden, olayın sonuçları etkisini yitirmeden böyle bir konunun her yönüyle beyazperdeye taşınması şahane olmuş. Az çok kazayla ilgili çoğumuzun bilgisi vardır ama filmde olayla ilgili daha detaylı bilgi sahibi oluyoruz. Olayın dramatikliğine, yaşanan farklı hikayelere daha yakından tanık oluyoruz. Kazanın üzerinden çok fazla geçmemiş olması da hikayenin çok fazla saptırılmadan izleyiciye aktarılmasını sağlamış.

       Madende bulunan 33 işçinin meydana gelen çökme sonucu dışarı çıkmaları imkansızlaşır. 33 işçinin hepside hayattadır ve 30 kişilik bir yaşam odasında hayatta kalmaya çalışırlar. Ama bu yaşam odasındaki imkanlar sadece üç gün idare edilebilecek kadardır. Yerin 700m altında bulunan bu madencilere ulaşmak üç günden daha fazla sürecek olması da mücadelenin zorluğunu daha da artırıyor. Kaldı ki yukarıdaki yetkililerin çoğusu bu madencilerin yaşıyor olmasına ihtimal vermez. Bu da gelecek olan yardımı daha da geciktirir. 

       Filmde gösterilen diğer bir mücadele de yerin üstünde gerçekleşiyordu. Madendeki işçilerin öldüğüne hiçbir şekilde ihtimal vermeyen yakınları yetkililerin kurtarma çalışmalarına başlaması için yürüttükleri ikna çabaları sonuç veriyor. Olaya daha duygusal yaklaşan Maden Bakanı'nın duruma el atmasıyla işler daha hızlı gelişmeye başlar. Yerin üstündekiler artık daha umutludur ve madenin çevresinde bir bayram havası yaşanmaya başlar. Nihayetinde çalışmalar sonuç verir ve 69 gün sonra 33 işçinin hepsi sağ salim yeryüzüne çıkartılır.

       Filmde eleştirebileceğim konu ise filmin orijinal dili. Ana dili ispanyolca olan bir ülkede geçen filmin orijinal dilinin ingilizce olması seyircinin kendini filmin büyüsüne kaptırmasına izin vermiyor. Keşke bu konuda daha duyarlı davranıp orijinal dili ispanyolca yapsalarmış. Ama yine de filmin oyuncu kadrosunda Antonio Banderas, Rodrigo Santoro, Juliette Binoche gibi oyuncuların olması filmin kalitesinden ödün vermesine izin vermiyor. Şili'de yaşanan bu mucizevi olaya daha yakından bakmak istiyorsanız bu filmi kaçırmayın derim.
         

Yüzündeki Sır - Phoenix




       Film 2.Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında yaşanan bir olayı konu alıyor. Filmin tamamını izledikten sonra isminin neden Phoenix olduğunu idrak edemedim çünkü Phoenix filmde sadece bir iki sahnenin geçtiği bir eğlence mekanıydı. Filmin konusu itibariyle de çok büyük bir öneme sahip değildi. Bu kelimeyi biraz araştırınca aslında filmin konusuyla ne kadar bağlantılı olduğunu gördüm. Bilgisizliğimi maruz görün muhtemelen birçoğunuz biliyorsunuzdur fakat ben yine de bahsedeyim Phoenix, küllerinden yeniden doğan mitolojik bir kuşun ismiymiş. Bu bağlamda baktığımızda Phoenix ismi, filmin konusunu tam anlamıyla temsil ediyor diyebilirim. Zaten filmin yönetmeni olan çok iyi bildiğimiz 2012'de Berlin film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülünü alan Christian Petzold'dan da bu derinlikte bir isim beklenirdi.

       Filmin baş kahramanı olan Nelly, 2.Dünya Savaşı'nın ardından toplama kampından kurtulmayı başarmış Yahudi bir kadındır. Toplama kampında gördüğü işkencelerle yüzü tanınmaz halde ve sargılıdır. Ona her koşulda yardım eden arkadaşı Lene sayesinde Berlin'e gider ve orada başarılı bir estetik ameliyatla eskisinden çok farklı bir yüze bürünür. Ama Nelly aslında böyle olmasını istemez, eski hayatında olduğu gibi görünmek ister. Bu tarz travmalar atlatmış çoğu kişinin aksine geçmişini unutmayı reddeder. Arkadaşı Lene yeni kurulacak olan İsrail Devleti'nde kendileri için bir yaşam planlarken Nelly ise çok sevdiği kocası Johnny'yi bulmaya çalışır. Nihayetinde Phoenix adlı eğlence mekanında bulur. Nelly çok değişmiş olduğu için kocası onu tanımaz ama eski karısına çok benzediğini de inkar etmez. Johnny'nin aklına değişik bir fikir gelir ve olaylar daha farklı gelişmeye başlar. Karısının öldüğüne dair hiçbir kanıt olmamasından yararlanarak yerine ona çok benzeyen bu kadını geçirerek  karısının bütün servetine konmayı hedefler. Nelly ise bu duruma hiç ses çıkarmaz. Her ne kadar kocası onu tanımamış olsa da artık onu bulmuştur. Artık kocasıyla kaldığı yerden devam edebileceğini düşünür.


 


       Film başından itibaren sürpriz son sahnesine kadar ağır ağır ilerler. Belli detayları atlamadan 2.Dünya Savaşı'nın neden olduğu o kasvetli havayı bir nebze de olsa hissettiriyor. Savaşın getirdiği o büyük yıkımlar ise filmin arka planını çok iyi süslemiş. Filmin çarpıcılığını ise son sahnede tam anlamıyla görebiliyoruz. Filmin konusunun çok daha karmaşık olacağını beklerken daha sade bir filmle karşılaştığımı söyleyebilirim. Ama konunun sadeliğine nazaran filmin ana karakterleri olan Nelly ve Johnny daha karmaşık bir kimliğe bürünmüşler. Başta her ikisi de ne istediğini biliyormuş gibi gözükse de durumun bilinmezliği ortasında kararsızlıklarıyla baş etmeye çalışırlar. Karakterlerin bu gitgelleri filmi daha izlenebilir hale sokuyor.


       Başrolleri paylaşan Nina Hoss ve Ronald Zehrfeld oyunculuk anlamında çok iyi işler çıkarmışlar. Zaten oyuncu bakımından çok geniş bir kadroya sahip olmayan filmi bu iki arkadaş sırtlamış diyebilirim. Özellikle Nina Hoss'un hiç konuşmadığı sahnelerde bile izleyiciye birşeyler anlatabilme yeteneği takdiri hak ediyor. Bir dönem filmi olma hasebiyle kostümlerin çok iyi ayarlandığını, dış dekorasyonun çok ön planda olmamasına rağmen yine de bu konuda da iyi bir iş çıkarıldığını görüyoruz.

       Filme geneli itibariyle baktığımızda son sahneye daha çok odaklanıyor. Nelly'nin kocasına karşı beslediği aşkın büyüklüğünün ne anlama geldiğini fark ediyoruz. Film boyunca geçmişini unutmak istemeyen, hayatına kaldığı yerden devam etmek isteyen bir kadının ikilemlerinin son bulduğu bu son sahne bize çok daha büyük mesajlar veriyor. Kadın karakterlerin güçlü duruşu bu filmi tavsiye etmemde ki esas nedendir.

       

Körlük - Blind




     Senarist olarak bildiğimiz Eskil Vogt, ilk defa uzun metraj bir filmin yönetmeni olarak karşımızda. Görme yetisini sonradan kaybetmiş bir kadın olan İngrid'in küçük ama bir o kadar da karmaşık dünyasına konuk oluyoruz. Yapacak başka pek birşeyi olmadığından ve zihnindeki gerçeklikleri unutmamak adına İngrid, vaktinin çoğunu yazarak geçiriyor. Kendini yazmaya o kadar kaptırır ki gerçeklikle hayal dünyası birbirine karışmaya başlar. İzleyici olarak bile bazen hangi sahnenin gerçeğe hangi sahnenin hayal dünyasına ait olduğunu ayırt etmekte güçlük çekiyoruz. Tabii yazdığı hikayede kendi hayatından izler de taşıyor. Eşi Morten ise onu bu durumdan kurtarmak için dışarıya çıkartmak istese de İngrid kendi yarattığı soyut dünyada kalmak ister.

       Film, İngrid'in kör olma durumunu öyle anlatmış ki, zaman zaman empati kurmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Hatta bir sahnede kısa bir süreliğine ekran karartılıp sadece seslerle seyirci yönlendirilmeye çalışılmış ki bence en anlamlı sahnelerden biriydi. Evin içinde olan basit bir durumun bile kör bir insan için ne kadar zorlaşabileceğini görüyoruz. En basitinden bir çay koymak bile İngrid için bizim ki kadar basit olmuyor. Ama buna rağmen İngrid kafasında yarattığı hayal dünyasından kendine mizah unsuru çıkartabiliyor. 

       Film her ne kadar bazı detaylarla iyi bir senaryo olsa da sonu beklediğim kalite de değildi daha doğrusu etkili bir bitişi yoktu. Filmin geneline bakıldığında daha vurucu bir son bekleniyor. Ama filmde bunu hissedemedim diyebilirim.

       İskandinav sinemasının birçok detayını barındıran film Berlin'de Avrupa Sinemaları, Sundance'de ise Senaryo ödüllerini aldı. Aynı zamanda Türkiye'de de 33.İstanbul Film Festivali'nde gösterildi. 

Kadınların Haklı Direnişi - Suffragette




       Bu filmle beraber belki de tarihteki ilk kadın hareketine tanık oluyoruz. 1912 yılının İngiltere'sine yakından bakıyoruz. O dönemde henüz oy hakkı bulunmayan kadınların mücadelesini görüyoruz. Film sadece o dönemin şartlarını anlatmıyor,bugün bile tam anlamıyla ulaşamadığımız kadın - erkek eşitliğinin eksikliğini dibine kadar yüzümüze çarpıyor. Öyle ki Suudi Arabistan'da kadınlara, oy verme hakkı daha 2015 yılında tanındı ve daha bu seviyeye bile gelememiş bir çok ülke var. Tabii durum sadece bundan da ibaret değil. Kadının arka plana itilmişliği, güçsüz zayıf bir karaktere büründürülmesi, erkek için hizmet eder konuma getirilmesi sadece o dönemde değil günümüzde bile rastladığımız durumlar değil mi?  İşte film kadının o dönemdeki duruşunu açık bir şekilde değil de filmin büyük bir bölümüne yayılmış eleştirel konuşma sahneleriyle anlatıp günümüzü sorgulatıyor.

       1900'lü yılların başlarında ortaya çıkan Suffragette hareketinin en önemli isimlerinden olan (belki de en önemli ismi) Emmeline Pankhurstui'yu oskar ödüllü ünlü oyuncu Meryl Streep canlandırıyor. Ama bu hareketin önemli isimlerinden birisi olmasına rağmen film Emmeline Pankhurstui'yi değil işçi sınıfından bir isim olan Maud Watts'ı merkeze almış. Dolayısıyla Meryl Streep filmde konuk oyuncu olarak yer almış. Maud Watts'ı ise yine önemli oyunculardan Carey Mulligan canlandırıyor. Yani film, hareketin öncülerini değil bu hareket için fedakarlık yapmak zorunda olan kadınları merkeze alarak bir takdiri hak ediyor diyebilirim.





       Maud Watts bir çamaşırhanede işçi olarak çalışan 24 yaşında bir annedir. Çok sevdiği kocası ve oğlu George için bu işin bütün zorluklarına katlanır. Yine filmin gözümüze sokmadan ufak bir detay olarak fark ettiğimiz Maud'un yara izleri aslında işin zorluğunu anlatıyor. Suffragette hareketini ise fikir olarak desteklese de toplumsal baskılar nedeniyle ve kocasının tepkisini çekmemek için herhangi bir eylemine katılmamış. Ama bir gün bu kadınların eylemlerinden birine tanık olur. Kendinden emin, her hareketinde kararlı bu kadınları yakından görür. Filmin başında kadınların sakin bir mizaca veya siyasal ilişkileri muhakeme edebilecek akli dengeye sahip olmadıklarını belirten ve bu yüzden oy verme hakkının kadınlara verilmemesi gerektiği savunulan bir konuşma geçer. Maud'un gördüğü bu kadınlar ise bu konuşmadaki tanıma hiç de uymuyorlardır. Bunlar ne istediklerini bilen mücadeleci kadınlardır. Bu noktadan sonra Maud toplumsal sınıfta ona biçilen rolü daha fazla sorgulamaya başlar. Mesele sadece oy verme hakkı değildir, erkeklerden daha fazla çalışıyor olmasına rağmen onlardan daha az para alması gibi kadının sosyal statüsünü aşağılayan nedenlerden dolayı Maud, Suffragette hareketine katılmak ister. 

       Maud'un bu harkete katılıyor olması başta kocası olmak üzere çevresindeki hemcinsleri tarafından dahi tepkiyle karşılanır. Ama bunlara aldırış etmeden kadınlar için iyi bir gelecek umuduyla aynı çamaşırhanede çalışan Violet sayesinde bu harekete dahil olur. Sonrasında ise hareketin önemli liderlerinden biri olan Edith (Helena Carter) ile tanışır. Buradan sonra harekete daha fazla dahil olur. Artık eylemleri en önde gerçekleştirenlerden biri olur. Bu eylemlerden birinde tutuklanarak yedi günlük hapse mahkum edilir. Hapis sırasında bu davaya büyük fedakarlıklar etmiş ve kendini buna adamış birçok kadınla tanışır ve onların bu kararlılığına hayran kalır. Bu kadınlardan birisi de daha sonra büyük fedakarlıklar yapacak olan Emily'dir (Natalie Press). Sonrasında Maud, hapisten çıkar ama Maud'un bu protest tavırları kocasıyla aralarının açılmasına neden olur ve bir süre sonra da evden ayrılmak zorunda kalır. Kocası oğluyla bile görüşmesine izin vermez. Bütün bunlara rağmen Maud davasından vazgeçmez.

       Suffragette, yaptıkları eylemlerle bir nebze de olsa seslerini duyurabilmektedirler fakat bu istedikleri boyutta değildir. Daha büyük bir yankı yaratmak için İngiltere Kralı'nın da katılacağı bir at yarışında eylem yapmayı planlarlar. Emily ve Maud bu eylem için oraya giderler. Umduklarının aksine Kralın yanına yaklaşamazlar. Emily'nin aklına başka bir plan gelir. Büyük bir yankı uyandıracağını bilerek elindeki 'Vote for Women' yazılı bayrakla yarışan atların arasına atlar ve hızla gelen bir atın çarpmasıyla hayatını kaybeder. Sonuç ise tahmin edildiği üzere dünya çapında yankı uyandırır. Muhtemelen bu gibi fedakarlıklarda bulunan birçok kadın olmuştur lakin şahsım adına Emily'yi bu hareketin en fedakar kadını olarak seçiyorum.




       Filmde işçi sınıfından kadınların ve bu harekete büyük fedakarlık yapanların anlatılması filmin iyi bir etki yaratmasına katkı sağlamış. Çünkü Maud bu insanlardan sadece bir tanesi idi. Bu hareket için birçok değerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Maud üzerinden bu hareketi gerilerden takip edip daha sonra hayatlarının bir parçası haline getiren, üst sınıftan kadınlara göre daha fazla fedakarlık yapmaları gereken işçi sınıfının kadınları anlatılmıştır. Sonunda ise film bir başarıyla değil mücadeleye devam etmelerinin gerekliliğini vurgulayarak bitmiştir. 

       Filmin yönetmenliğini ise ikinci uzun metraj filmini yayınlayan Sarah Gavron yapıyor. Bir kadın olarak olaya daha duygusal ve içsel yaklaşıyor. Çok iyi bir iş çıkardığını da görebiliyoruz. Onun dışında 1912'deki Londra'yı sanki orada yaşıyormuşcasına seyirciye hissettiren görüntü yönetmenini de tebrik ediyorum. Yapılan kostümler ve dış dekorasyon o dönemi tam anlamıyla yansıtıyor. Herhangi bir detay atlanılmadığını görüyoruz veya farketmiyoruz.

       Sonuç olarak ' Eğer yasalara saygı duymamızı istiyorlarsa, yasaları saygı duyulabilecek hale getirsinler.'


       

Reklam

| Tema Sahibi Colorlib | Tema Düzenleme Html Evi